30 Nisan 2013 Salı

AHİ EVRAN MEVLANA MÜCADELESİ











Yazan: Fahrettin Öztoprak

a) Bahattin Veled

Mevlana, yalnız doğuda değil, batı da en çok ilgi uyandı­ran bir kişilik sahibi. Her iki kesim de onu bir şair, bir müte­fekkir, bir mutasavvıf olarak nitelemekte. Mesnevi adlı eseri asırlardır Mevlevi dergahlarında okutulan ve okunan baş yapıt bir eser. Mevlana hakkında yazılmış, kitap olarak bunlar ya­yınlanmış. Onun tanınmasında en büyük etken Ahmet Eflaki. Yabancılar da Mevlana hakkında eserler kaleme almışlar. An­cak hepsi bu. Amatör yazarlar da bu hususa el atmış ama, ora­da kalınmış. Oysa gerçek Mevlana’nın ne olduğu üzerinde pek durulmadığından, ancak sempozyumlar, kongreler hep bilinen konuları ele almakta. Bu da Mevlana’nın övülmesi ve yüceltilmesinden başka bir şey değil.
Mevlana’nın fikir ve düşüncesi babası Bahattin Veled’e dayanır. Onun devrinde Horasan’da, bilhassa Belh’de büyük tartışmalar başlamıştı. “Akılcılar” ve “Sezgiciler” olarak ad­landırılan gruplar neredeyse birbirine girecektiler. Fahrettin Razi akılcıları, Bahattin Veled de sezgicileri temsil etmektey­di. Bu Tuğrul Bey devrinde Ebu Nasır el-Kunduri’yle İmam Kuşeyri ve onu destekleyen Cüveyni arasındaki tartışmalar­dan kaynaklanmıştı. Akılcılardan el-Kunduri tutuklanıp öldü­rülmüş, sezgicilerden olan Kuşeyri ve Cüveyni Selçuklu sul­tanının nazarında itibar kazanmıştı. Cüveyni’nin talebesi Ga­zali sezgiciliğin akılcılığa muzafferiyetini ilan eden “Tehafü­tü’l-Felasife” adlı kitabını yazdı.[1] Bahattin Veled Gazali’nin hayranıydı. Onun kitaplarıyla büyümüştü. Bu nedenle akılcılı­ğı savunan Fahrettin Razi’ye karşı çıktı. Muhammet Harzem­şah’ın, Fahrettin Razi’yi, yani akılcıları tutması ile Bahattin Veled, Belh’i terk ederek, Anadolu’ya geldi. Mevlana da ba­bası gibi akılcılıktan çok sezgiciliğe önem verdi.[2]
Ahi Evran, Horasan’dan, Fahrettin Razi’nin talebelerinden biriydi. Fahrettin Razi’nin diğer talebesiyse Konya’ya yerle­şen Şerefettin Herevi’dir. Bahattin Veled ve oğlu Mevlana Celalettin bu büyük a’limin düşmanıydılar. Aralarında Hora­san’dan gelen bir anlaşmazlık vardı. O nedenle bu baba ve o­ğul, Fahrettin Razi’nin talebelerine de düşman oldular, Fah­rettin Razi’yi kim severse, çizgisinden giderlerse onu düşman bellediler. Ancak Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi, öyle de­ğildi. Ahi Evran’nın ve Ahilerin yanında yer almıştı[3] Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi bir cinayet işi değildi. Onu öldürten şahıs Emir-i Dat Nasrettin, adından belli olduğu gibi, Anadolu Selçuklularının Adliye nazırıydı. Bu görevi yerine getirmeyi de Alaattin Çelebi üstlenmişti[4] Mikail Bayram, bunu A. Gölpınarlı’ya anlatır. O şaşırır. Demek öyle, der. Düşünür ve “Yahu, sen beni hayzettin” der. Sonra da ilave eder: “Mevla­na Celalettin kitabımı yazdım. Bir defa para kazandım. Biri­leri onu elli kılığa soktular, elli defa para kazandılar” [5]

b) Şems-i Tebrizi

Şems-i Tebrizi, Celalettin Rumi'yi Mevlana yapan şahıstır. O olmasa idi Mevlana adlı birini kimse tanımayacak, Mesnevî adlı kitabını kimse eline alıp da okumayacaktı. Babaîler hadi­sesinden 3-4 yıl sonra Şems-i Tebrizi, Celalettin'le karşılaşır. Aralarında bir muhabbet başlar. Mevlana Celalettin her an onunla beraberdir.
Mevlana Celalettin Rumi’ye neyin ne olduğunu açıklayan Şems-i Tebrizi bir gün Konya'yı terk eder. Bir buçuk yıl sonra onun Şam'da bulunduğu haberi gelir. Mevlana, oğlu Bahattin Veled’i onu getirtmek için gönderir. Daha sonra Şems, yine terk eder. Bir daha da görünmez. [6]  Onun için öldürüldü de denir.
Şems’in adına ilk olarak 1230 yılında Hacılar Suyolu Vakfiyesi’nde rastlamaktayız. Burada Şems-i Tebrizi adı ile imzası vardır. Kitabında Evhadettin Kirmani’den de bahset­mektedir. Şems, Yesevi erenleri gibi Horasan’dan gelmiştir. Ahmet Eflaki, ona Kamil-i Tebrizi de demektedir. Evhadettin Kirmani’yle Kayseri Battal Mescidi’nde görüştükten sonra, şehre gelerek onun aleyhinde bulunan Kamil-i Tebrizi, her halde bu Şems-i Tebrizi olmalıdır.
Şems’in 1234 yılında Şam’da bulunurken arkadaşlık kur­duğu Cemalettin Savi, Kalenderiye Tarikatı’ndan olduğu gibi, bu tarikatın Cavlakiye kolunu da kuran şeyhtir. Şems, Mevla­na ile Konya’da 1243 yılında temasa geçmişti. Ancak o, 1247 yılında Konya’da bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir.[7] A. Eflaki bu olayın baş sorumlusu olarak Vezir Nasrettin’i göstermektedir. A. Gölpınarlı gibi araştırmacılar söz konusu vezirin kimliğini bilmediklerinden konunun üzerinde pek durmamışlardır. Ancak Şems’in öldürülmesinde Alaattin Çe­lebi’nin rolü kabul edilmektedir. Vezir Nasrettin’in Ahi Teş­kilatı’nın kurucusu Ahi Evran Nasrettin Mahmut olduğunu tespit etmemizle konu nispeten aydınlanmıştır.[8]

c) Kimya Hatun

60 yaşlarında bulunan Şems-i Tebrizi Konya’ya geldiğin­de Mevlana 15 yaşında bulunan cariyesi Kimya Hatun’u o­nunla nikahlamıştı. Oysa Kimya Hatun’un Şems’te gönlü yoktu, Alaattin Çelebi’yi seviyordu. Şems ve Kimya Hatun, Mevlana’nın ders verdiği medresenin bir hücresindeydiler. A­laattin Çelebi, babasını görmek için geldiğinde bu hücrenin ö­nünden geçmek zorundaydı. Bir gün Şems, Alaattin Çelebi’­nin önünü kesmiş, bir daha burada görünmemesini ona söyle­mişti. Kimya Hatun, Şems’ten sıkılıyordu. Arada sırada hüc­reden ayrılıp bir yerlere gidiyor, Mevlana ve yakınları onu a­lıp hücreye getiriyorlardı. Birinde bir gün Kimya Hatun yine evden ayrıldı, uzun süre dönmedi. Mevlana ve yakınları yine onu bulup getirdiler. A. Eflaki’ye göre, o gün bu kadına bir şeyler olmuş, boynundan rahatsızlanmıştı. Boynunu bile dön­düremiyor, şiddetli bir ağrı çekiyordu. Üç gün sonra vefat etti. Acaba Şems, onu döverek mi öldürmüştü. Şems 16 Aralık 1246’da birden kayboldu. Çekip gitmesi akla gelen bu ihtima­li kuvvetlendirmektedir. Ancak çok geçmedi Şems yine Kon­ya’ya geldi ve bir yıl sonra onun cesedi bulundu. A. Eflaki’ye göre onu Alaattin Çelebi öldürmüş, babası Mevlana da oğluy­la arasındaki irtibatı kesmişti. Ancak A. Eflaki eserinin bir ye­rinde Şems’in Emir-i Dad, yani Adliye nazırı olan Emir Nas­rettin’in adamları tarafından öldürüldüğü belirtilmektedir.[9]
A. Eflaki, kitabında öyle şeyler söylemektedir ki, bunlar­dan ikisi Mevlana ile ilgilidir. Bizim terbiyemiz böyle şeyleri kaldırmaz ama, konunun anlaşılması ve netliğe kovuşması i­çin az da olsa bazı bilgiler vermek zorundayız.
Mevlana bir gün hücrenin kapısını aralar ve içeri girer. O anda Şems ile Kimya Hatun sevişmektedir, kapıyı kapar ve çıkar. Sonra bunu Şems’e sorar. O, gördüğün Allah’tı der. Devam eder: Ben Allah’ın sevgili kuluyum. Allah ta o gün Kimya Hatun suretinde bana geldi, seviştik. Şems’in bu sözle­ri Mecusi inancından kaynaklanan Hululiye akidesinden gel­mektedir.
Yine bir gün Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Şems’e getirir. Oğlum temizdir. Şimdiye kadar livata fiilinde bulunmamıştır, der. Peki, Mevlana’nın bu sözleri sarf etmesindeki maksadı nedir? Çünkü Şems uzun süre Şam’da bulunmuştur. Orada Ali Hariri adlı biri vardır. O adam livata fiiliyle tanınmıştır. Şems’le de yakın muhabbeti vardır. Bu Şeyh Hariri, Mevlevi çevrelerce ulu bir kişi olarak yansıtılmaktadır. Olanlardan Konya halkı ve Anadolu Selçuklu Devleti rahatsızdır.
Şems-i Tebrizi’nin “Konuşmalar” adlı kitabına bakınca o­nun Konya’nın fikir muhitinde, özellikle Ahiler ve Türkmen­lerle bir mücadele içinde olduğu görülmektedir. Ahiler Ahi Evran’a, dolayısı ile Evhadettin Kirmani’ye bağlıydılar. Ev­hadettin’in vefatından sonra onun yerine Zeyneddin Sadaka geçmişti. Bunun hanikahında Anadolu Bacılar Örgütü faaliyet göstermekteydi. Mevlana’nın kızı Melike Hatun da bu örgüte dahildi ve bilfiil bu örgütle ilgilenmekteydi. A. Eflaki’ye gö­re, bir gün Şems uzaktan, örgüt faaliyetini icra eden Bacıları görmüş, Mevlana’ya, içlerinde bir nur var, diyerek kızının da bunların içinde bulunduğunu ihbar etmiş, Mevlana adamla­rına zorla da olsa kızını alıp getirmeleri söylemiş, bir daha da eve getirilen kızının dışarı çıkmasına izin vermemişti. Kimya Hatun bile bu Bacılar Örgütü’nün bir üyesiydi. O da dışarı çıktığı günler buraya gelir, örgüt faaliyetlerini icra ederdi[10] denmektedir.
A. Y. Ocak, Bacıyan-ı Rum’dan yalnız Aşıkpaşazade’nin söz ettiğini, başka herhangi bir kaynakta bundan söz edilme­diğini söylemişti. Görüyoruz ki başka kaynaklar da var.

d) Şems’in Öldürülmesi

Şems-i Tebrizi Konya’da katıldığı sohbetlerde hep kendi fikrini kabul ettirmek için çalışır, bu nedenle tartışmalar ya­pardı ve sürekli Ahilerle sürtüşme halindeydi. Bu nedenle A. Gölpınarlı onun için atak olduğu kadar da mücadeleci bir kimliğe de sahipti der. Şems’in kitabında Nasuh’un tövbesin­den bahsedilmektedir. Onun nazarında Nasuh, Ahi Evran’dı. Mevlana da aynı şeyleri söylemektedir.[11] Nasuh’un “nasihat veren” anlamını çağrıştırmak için elinden geleni yapar. Bunu yapmasının sebebi: Nasihatçının Ahi Evran olduğunu ortaya koymak, Şems’in Nasuh hikayesini Cuha hikayesiyle birleş­tirmek, böylece Selçukluların bu büyük şahsiyetini karakter yapısını ayaklar altına almak…
Konya sultanı İkinci İzzettin Keykavus’la bozuşan Dör­düncü Ruknettin Kılıçarslan taraftarlarını da alarak, Kayseri’­ye gitmiş, kendini orada Selçukluların ikinci sultanı ilan et­mişti. Bu durumun ülkeyi böleceğini düşünen devlet büyükle­ri Kayseri’ye bir nasihatçı heyetin gönderilmesine karar ver­miştiler. Bu heyete Kırşehir’de bulunan Ahi Evran da dahil e­dilmişti.[12] O nedenle Mevlana, Nasuh adının nasihatçılığı çağrıştıracağını çok iyi bildiğinden bu kurgu hikayeye çok ö­nem vermişti. Mevlana ayrıca Nasuh’un bir dönemde saray muallimi, yani hace olduğunu, böylece Hace Nasrettin denen Ahi Evran’ın o olacağının daha iyi anlaşılacağını hesap etmiş, Alaattin Keykubat dönemini çağrıştırmasına da bilhassa dik­kat etmişti. [13]
Şems- Tebrizi, Ahi Evran’a karşı olduğu kadar Birinci A­laattin Keykubat’a bile karşıydı. Bu büyük Selçuklu hüküm­darına Ahileri ve Türkmenleri tuttuğu ve onları desteklediği için; “O hiçbir işe yaramaz, cimrinin biriydi. İki hüneri vardı. İyi ok atar ve satranç oynardı” diyor.[14]
Şuna dikkat edelim. A. Eflaki diyor ki: Selçuklu sultanları Türkmen ileri gelenlerine değer vermiş, bu nedenle Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmıştır.[15] Oysa Anadolu Selçuklu Dev­leti Birinci Alaattin Keykubat devrinde en ihtişamlı devirle­rinden birini yaşamıştı. Bu dönem Selçukluların en parlak ve en güçlü dönemidir.[16] Herşey onun Saadettin Köpek ve İkinci Gıyasettin Keyhüsrev tarafından zehirlenip öldürülme­sinden sonra oldu. Babailer isyanı çıktığı gibi, o güne kadar Anadolu’ya adım atamayan Moğollar Kösedağ’da Selçuklu­ları mağlubiyete uğrattılar. Sonrası da malum: Kardeş kav­gaları. Dördüncü Kılıçarslan, Moğollarla mücadele eden kar­deşi İkinci İzzettin Keykavus’a vakt-i zamanında, Mevlana ve çevresinin sözlerine kapılmayıp destek verseydi, Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmazdı.
A. Eflaki, kitabında Şems’in öldürülmesiyle ilgili çok ö­nemli bir olayı nakletmektedir: Vezir Nasrettin’in hanıkahın­da önemli kişiler ve devlet adamları da toplanmışlardı. Bu mecliste şeyhler, a’limler, filozoflar bile bulunmaktaydı. Bun­lar konuşuyordular. Şems de oraymış. Bir ara dayanamamış ve konuşmaları bölerek şu sözleri söylemiş: “Ne zamana ka­dar onun bunun sözlerini nakledip duracak ve bununla övü­necek”siniz. “İçinizden kalbim bana Rabbim’den bu haberi veriyor diyecek yok mu?” Meclistekiler donup kalmışlar. Şems açık açık vahiyden söz ediyormuş. “O bu sözleriyle ken­disini vahye mazhar görmekte ve hulul inancını dile getir­mekte”ydi. (Aynısını daha sonra Mevlana da dile getirecek, yazdığı eseri Mesnevi için diyecekti ki: “Şu Mesnevi ne faldır, ne remildir, ne rüya. Doğrusunu Allah da biliyor ki, o Allah’­tan vahyedilmiştir.”) Hanikahın sahibi Vezir Nasrettin ise Ahi Evran’dı. O İkinci İzzettin Keykavus’un veziriydi. A. Eflaki, kitabının bir başka yerinde, buna benzer olaya temas ederek Vezir Nasrettin’in Şems-i Tebrizi’nin sözlerine karşılık ver­diğini, neredeyse bir kavganın çıkacağını, o sırada Mevla­na’nın Şems’in koluna girip, onu götürdüğünü söylemektedir. Bu olaydan sonra Şems öldürülmüş. A. Eflaki’nin ikinci olay­da bahsettiği Vezir Nasrettin, Adalet bakanı Nasrettin Ahme­t’tir. Sahipata Fahrettin Ali’nin bir oğlunun adı da Nasrettin Hasan’dır, ancak o 1277 yılında ölmüştür. Otuz yıl önce o, bir çocuk idi. Babası da Türkmenlere muhalifti. Adalet bakanı Nasrettin Ahmet, Şems’in öldürülmesinden bir yıl sonra öldü­rüldü. Ancak buna rağmen Mevlana ve çevresi Şems’in ri olarak Ahi Evran ve Alaattin Çelebi’yi bildiler. Aslında Şem­s’in katlini Nasrettin Ahmet’in gerçekleştirdiğini Mevlana da biliyordu: Bunu bir şiirinde açık açık belirtmişti.[17] Ama o, buna rağmen Ahi Evran’a çamur atmaktan vazgeçmedi.

e) Ahmet Eflaki ve Yanlışları

A. Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” yanlışlıklarla dolu­dur. Bu yanlışlığın biri de, Şems’in Bedrettin Gevhertaş’ın kabrinin yanına defnedildiğini söylemesidir. Gölpınarlı bu yanlışın farkına varmış, Bedrettin’in Şems’in kabrinin yanına defnedildiğini söylemiş, böylelikle yanlışı düzeltmiştir. Bed­rettin Gevhertaş da Şems’i öldürenler arasındaydı.[18] Mevla­na’nın Gevhertaş’a yazdığı iki mektup vardı. Bu mektuplar, ondan uzaklaşan Alaattin Çelebi’nin küskünlüğü unutup eve dönme hususundaydı. Ancak bu gerçekleşmedi. B. Gevhertaş vefat ettiğinde, serveti ve malı devlet tarafından müsadere e­dildi. Mevlana, ilgililerden, bu servetin talebelerinden biri o­lan Cemalettin’e verilmesini istedi. Dediğini yaptılar. Bu mal ve servet böylece ona ve çevresindekilerin hizmetine sunul­du.[19]
A. Eflaki’nin anlattığı olayda da yalan ve haddinden fazla abartmalar var ama, onun verdiği bazı bilgilerin araştırmamı­za fayda teşkil edecek yönü de yok değil. Ancak “Ariflerin Menkıbeleri”nde Hacı Bektaş için öyle bir yer var ki, orada i­fade edilen çok çirkin olduğu gibi çok da yakışıksız. A. Efla­ki’nin Hacı Bektaş’ı sevmediği gibi onun düşmanı[20] olduğu da kesin. Bunu o kadar ustalıklı ve o kadar hince yapıyor ki, Şeyh İshak’ın Hacı Bektaş’ın yanına dönmesi ile, Hacı Bekta­ş’ı konuşturup, onun ağzından; “Aynı gün Mevlana hazretleri kükreyen bir aslan gibi içeri girdi ve bana ‘bacısı fahişe’ de­yip gırtlağımı sıktı. Öleceğimden korktum, baş koyup istiğfar ettim, yalvarıp yakardım ve kendi aczimi itiraf ettim. Bir anda gözden kayboldu[21] diyor.
Peki “İran kültürü ve zevkine hayran yüksek tabakanın da­ha çok rağbet ettiği” ve zihninde İran felsefesinin daha ziyade yer ettiği Mevlana[22] Celalettin, Hacı Bektaş Veli’nin kızkar­deşini nereden tanıyor? Belki babası Bahattin Veled tanıyabi­lir ama, çünkü Belh’ten geldiklerine göre, orası da bir Hora­san sayılır, tanıdığına da pek ihtimal vermiyoruz. Hacı Bekta­ş’ın kızkardeşinin olup olmadığı da meçhul, böyle bir durum­da öyle çirkin bir kelimenin kullanılması ancak A. Eflaki’ye yakışır, başkasına değil. O bu çirkin kelimeyi kullanacağı yerde Mesnevi’deki eşek ile kabak hikayesini sorgulasaydı. Bir de utanmadan arlanmadan birileri kalkmış, Mevlana’nın Mensevi’sine ikinci Kur’an diyor. Onlar halt etmişler. Bir Tanrı kitabından öyle şeyler bulunmaz.
Mevlana Celalettin’in ne olduğunun farkına Türkiye’de ilk defa kıymetli yazarlarımızdan Necdet Sevinç varmıştır. Bir gün gazetedeki köşesinde bu hususta bir makale yayınlar. Mevlevilerden tenkit üstüne tenkit alır. N. Sevinç bu. Umur­samaz. Aradan biraz zaman geçer. Arayan rahmetli Prof. Dr. Mahmut Esat Coşan’dır. Bunun pek çok dini kitabı ve ayrıca Hacı Bektaş’ın olduğu ileri sürülen “Makalat” adlı eserin üze­rinde kapsamlı bir çalışması da vardır.[23] Ayrıca tarikatçıdır. Bu tarikatın da Allah’ın rahmetine kavuşmuş şeyhidir. Der ki; Necdet Bey, gazetedeki yazınızı okudum. Mevlana Türk dili­ne ve kültürüne çok zarar vermiştir. Mesnevi adlı eseri de e­dep dışıdır. Az bile yazmışsınız.
Mevlana Celalettin, bırak taa Konya’dan Kırşehir’e bir an­da gelmeyi, evinin bir odasından diğerine bile bir anda geç­meyi beceremez. A. Eflaki bu. Ona olağanüstü güçler verecek ki, birileri Mevlana’nın veli olduğuna, keramet sahibi oldu­ğuna inansın.


[1] Dr. Mikail Bayram; Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, Konya 2006, s. 197-199; Ahmet Yesevi’ye bağlı ve Horasan erenlerinden olan Bahattin Veled, her konuşmasında ve sohbetinde dervişlikten, mala ve mülke bağlı olmamaktan, zenginlerden ve sultanlardan u­zak kalmaktan; kin ve nefret tutmamaktan; iki yüzlü olmamaktan söz açarken; bunların tasav­vufun gerekleri olduğunu söylerken, maalesef bu dediklerinin birini bile kendi hayatında uy­gulamıyor, mal ve mülk hırsı ile yanıp tutuşurken, zenginlerin, Anadolu Selçuklu sarayının ho­şuna gitmek için her şeyi yapıyor, Fahrettin Razi’ye Evhadettin Kirmani’ye kin kusuyor, iki yüzlülüğün a’lasını yapıyordu. Oğlu Celalettin-i Rumi de aynısını sergiledi.
[2] M. Bayram; a.g.e., s. 199-200. Fahrettin Razi, Rey şehrinde 1149 yılında dünyaya gelmişti. Herat’a yerleşti. Harzemlilerin şeyhülislamlığına kadar yükseldi. Muhammet Harzem­şah ona itibar göstermekte ve desteklemekteydi. Fahrettin Razi’nin “Tefsir-i Kebir” adlı Kur’an tefsiri vardır. Bahattin Veled ile anlaşamamış, yeri geldikçe de tartışmışlardır. Bu nedenle Bahattin Veled, Horasan’dan ayrılmasını ona bağlar. Fahrettin Razi’nin “Esasü’l-Takdis” ve “Mefatihü’l-Gayb” adlı eserleri de vardır. (Ş. Tebrizi; a.g.e., s. 466-467.) Bu Türk alimi Fahret­tin Razi, tefsirinde, Kürtleri Yecüc-Mecüc olarak belirtmiştir. Bunlar dünyadaki laf anlamayan tek kavimdir, biri bir yere gitse yüzlercesi, binlercesi peşinden gelir, demiştir. Fahrettin Razi bu görüşünde haklıydı. Aradan yüzyıllar geçmiş, 2000 yılının ilk çeyreğindeyiz. Kürtler günümüz­de de laf anlamaz tavırlarını sürdürmektedirler. Yecüc Mecüc gibi, 25 yıl önce bir milyon nüfusları bile yokken, şimdi onların 30 milyonluk nüfuslarından bahsediliyor. Kehf’ten sonra Enbiya suresinde ne deniyor: “Seddi açılıp da her tepeden saldırdıkları”nı görünce vaad et­tiğimiz yaklaşır, onlar “Vah, biz bundan gaflet”teydik, doğrusu kendimize zulmetmişiz diye­ceklerdir.
[3] M. Bayram; a.g.e., s. 199.
[4] M. Bayram; a.g.e., s. 154.
[5] M. Bayram; a.g.e., s. 157.
[6] Şems-i Tebrizi; Çev.: Mehmet Nuri Gençosman), Makâlât, İstanbul 2007,, s. 16-22.
[7] M. Bayram; a.g.e., s. 128-129.
[8] M. Bayram; a.g.e., s. 133
[9] M. Bayram; a.g.e., s. 147-149
[10] M. Bayram; a.g.e., s. 149-151
[11] M. Bayram; a.g.e., s. 151-152
[12] M. Bayram; a.g.e., s. 105
[13] M. Bayram; a.g.e., s. 108
[14] M. Bayram; a.g.e., s. 152
[15] M. Bayram; a.g.e., s. 245
[16] M. Bayram; a.g.e., s. 152
[17] M. Bayram; a.g.e., s. 152-154
[18] M. Bayram; a.g.e., s. 161.
[19] M. Bayram; a.g.e., s. 162.
[20] E. R. Fığlalı; Milli Bütünlüğümüz ve Hacı Bektaşi Veli, Ankara 1997, s. 6.
[21] A. Eflaki,(Çev: Tahsin Yazıcı), Ariflerin Menkıbeleri, 1. Kitap, Ankara 1964., s. 372
[22] A. Tekin, Babailer Ayaklanması (Hacı Bektaş’ın Ayaklanmadaki İşlevi ve Ba­balığı Bektaşiliğe Dönüştürmesi), Ankara, s. 59-60.
[23]A. Y. Ocak, Hacı Bektaş-ı Veli, İslam Ansiklopedisi, 14. Cilt, İstanbul 1996, s. 457.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder